15 Nisan 2013 Pazartesi

Umutsuzsanız Unut gitsiniz...



    Yine bir Konyaaltı klasiği yaşadım. Balkondan leğenle su döken ev hanımı 50 adet teyze düşünün. Bunu da 50 ile çarpın. İşte o kadar yağmur yağdı. Bir de bu teyzelerin buzdolabından buz kalıplarını alıp leğene doldurduklarını düşünün. O kadar da dolu yağdı. Metrekareye 75 kilogram yağmur düşmüş. Oh oh barajlar da doluyor diyen dedeleri duyar gibiyim. Tabi onlar kuru evlerinde kuru ciltlerini ovuştutrarak sakarinli çaylarını yudumlarken ben sokakta kulaç atıyordum. Arabaya vardım. Ama macera bitmedi. Arabanın kulaç atışlarını izlerken zorlukla ofise vardım. Kendimi sanki canlı yayında Tolga Abi ile Hugo oynuyormuş ve son anda 6 ya basıp uçurumun yanna yapılmış platforma zıplayıp kayadan kaçmış gibi hissettim. Uçurumun yanına neden platform yapmışlar? Cadı Sila içten içe Hugo'ya aşık ve gelmesini mi arzuluyor? Cadı Sila'nın Şarkıcı Sıla ile ilgisi var mı?  Bir büyük şehirde kent merkezinde ve ana caddede su seviyesi ne kadar yükselebilir? Yanımda şerit metre olduğu halde boğulma tehlikesi yüzünden düşündüğüm ölçümü yapamadım. Ama  su arabanın yan aynasına yakın bir yerdeydi. Siz düşünün. Üstelik araba dediğimde kendi çapında yüksek bir arazi taşıtı. SUV dediklerinden. Açılımı Suburban Utility Vehicle ya da bazı arkadaşların uydurmacasıyla sport utility vehicle.  Taşra aracı mı yoksa spor araç mı? Bizim jip dediğimiz şeylere dağa bayıra uygunluklarından dolayı taşra aracı denmesi daha uygun sanırım. Bunu da kafamda çözdükten sonra bir paradoksu daha çözmenin verdiği keyifle sıradakiiii! diyorum.

   Bu sefer hakikaten spora başladım sanırım. 2 Gün üst üste programa uydum. Ağrıyan ve hamlamış kaslarımı acılar içinde yine çalıştırdım. Aptalca bir huzur, mutluluk ve yorgunluk laktik asit ağrısının yerini kapladı. Yarın sabah kalktığımda sövecen bir tavır aldırmaz umarım. İnsan vücudu çok süper bir mekanizma. Tembelliğe de çalışmaya da hemen alışabiliyor. Tabi tembelliğe daha kolay alışıyor ama bu çok doğal. Sonuçta enerjiyi korumak için yaratılmış bir kabuk. Enerji dönüşümü yaparken verimi yüksek tutmaya çalışıyor. Kaplanın gözü mp3 olarak 9-10 kere tekrarladı. İnip çıkacak merdiven, dövecek inek butu ve koşacak loş sokak kavramlarını kullanmasam da Spor konusunda tek örnek aldığım insan Raki Balboa'dır. Biz onunla büyüdük. Vietnamlara gittik. Rus helikopterlerini okla vurarak düşürdük. Hatta kendimizi derin dondurucuda dondurup 60 yıl sonra ketılda ısıtılan suyu buz kalıbına boşaltmak suretiyle açtırıp vampir avcısı bileyd ile savaştık. İtalyan aygırı falan ama özünde adamdır Raki Balboa. Üstattır. Eskiden onun abisi vardı Ali Rıza Balboa diye süper şarkıları vardı. Yarınlarda yarınlarda seni sevmek var Raki abi. Yarınlar bizim. Bi 70'lik rakı kap gel Raki abi. Rocky masası muhabbet sırası belli. İşler- güçlerden gireriz. Memleketin hali ne olacakla devam eder, karı kız muhabbeti ve gönül mevzularıyla olayı bitiririz. Ağlarsam iki tane aparkat vurur kendime getirirsin . Aparkat derken lütfen abartmadan kat. Abarkat olursa kendime gelmek bir yana ben benden giderim bana küser bir daha gelmeyebilirim.

Bugünlerde bunalımdayım sanırım. Kalabalık bir otobüste, virajlı bir yolda ayaktayım ve tutunacak yer bile bulamıyorum. Üstelik karşımda güzel bir kız falan da yok düşünce sarılacağım. Baya getto otobüsü. Sanayide çalışan abiler, Başörtülü kilolu teyzeler falan var. Yani metaforla anlatmak istediğim hayata tutunacak bir şeyler arıyorum. Sevdiğim bir arkadaşım güzel sorularla bu konulara parmak bastı. Doğru ve haklı. Yabancılaşma paradoksu koydum bunun adını. İçinde bulunduğun yere ait hissetmemek. Farkındalığın mutsuzluğu. Belki de olmuş olmanın umutsuzluğu. ''büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. kanadı yok umutsuzluğun, akşam vakti deniz kıyısında bir taraçada, toplanmış bir sofrada kalayım demiyor. umutsuzluk bu, o bir sürü olayların dönüşü değil bu, tıpkı akşam karanlığında bir karıktan öbürüne giden tohumlar gibi. bir taşın üstündeki yosun ya da su bardağı değil o. kardan elenmiş bir gemi o, ya da düşen kuşlara benzetebilirsiniz, ama kanlarının en küçük bir kalınlığı yok. büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. başa takılan süslerle çevrilmiş küçük bir şey o. umutsuzluk o. kopçası bulunamayan inci gerdanlık, bir ipe gelmez, böyle bir şey işte umutsuzluk. gerisinden, ondan hiç söz etmeyelim. başlamışsak bitiremeyiz umutsuzluğu. saat dört sularında avizeden umutsuzlanırım ben, gece yarısına doğru da yelpazeden umudumu keserim, tutukluların cigaralarından umutsuzlanırım. büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. yüreği yoktur umutsuzluğun, el umutsuzlukta hep soluk soluğa kalır, umutsuzlukta kalır öyle aynalar, bize asla ölüp ölmediklerini söyleyemezler. beni büyüleyen umutsuzluğu gördüm ben. yıldızların türkü söyledikleri vakit gökyüzünde uçan bu mavi sineği seviyorum. şaşılacak, o uzun dolu tanelerine benzeyen umutsuzluğu, o kendini beğenmiş o öfke küpü umutsuzluğu büyük çizgileriyle tanıyorum. her gün herkesler gibi kalkıyorum, kollarımı çiçekli bir kâğıda uzatıyorum, hiçbir şeycikler hatırlamıyorum, ama hep umutsuzluğun yardımıyla o geceden koparılmış güzelim ağaçları görüyorum. odanın havası davul tokmakları gibi güzel. zaman içinde zaman bu. büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. bana bir sırık uzatan perdenin rüzgârı gibi o. böylesi bir umutsuzluk akla gelir mi! yangın var! ah yine geliyorlar... imdat! işte merdivenlere düştüler... ve o gazete ilanları, o kanal boyunca ışıklı reklamlar. kum yığını, git, pis kum yığını! büyük çizgileriyle önemli değil umutsuzluk. bir orman yapmaya giden angarya ağaçlar, bir gün daha yapmaya giden bir yıldız angaryası, ömrümü uzatan bir angarya günleri daha.'' Olmak demiş Andre Breton, Güzel de demiş. Kendisi Gerçek-üstü bir insandır benim görüşümce zaten. Mutluluğu gerçeğin ötesinde mi aramak gerekli acaba? Yoksa mutluluk gerçek değil mi? Ya da gerçek mutluluk benim henüz bilmediğim bir yerlerde mi? Benim hala umudum var Mazhar Abi. Eyvallah....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder