''Bir cisim yaklaşıyor kaptan'' dedim. Kaptan hiç istifini bozmadan sigarasından derin bir nefes aldı. ''Sıkıntı yok tayfa, ben onu biliyorum o golgi cisimciği, Endoplasmik retikulum da yoldadır sen çayı demle.'' dedi. Geminin mutfağına ışınlandım. O anda lisede ne kadar gereksiz şeyler öğrendiğimizi düşündüm. Hücrenin organelleri yerine kırılan kalbimizi nasıl onaracağımızı, aşk denen şeyin ne olduğunu, kızlara erkekleri erkeklere kızları anlatmış olsalardı çok faydalı olurdu. Çay suyunun istenilen sıcaklığa geldiğini bildiren lazer iyice kızarmıştı. Makineye Karadeniz dedim. İki fincan çay önümde demlendi. Birini kaptana ışınladım. Tavşan kanı çaya bakınca yine derinlere dalıp hüzünlendim. Kendimi kış mevsiminde ve soğuk bir deniz kıyısında hissettim. Siyah kaşe mont giymiş denizin iyice kenarına gidip uzaklara bakıyordum. Gerçi hologram odasında bunu daha gerçekçi şekilde yapabilirdim ama yeterince hüzünlüysen çay bardağının içine bakarak da başka alemlere gidebiliyorsun. Sonra denize doğru bağırdım. ''NEDEN?''...
Neden? Üstelik cevabı olmayan nedenlerdendi bizimkisi. Her neden gibi sakin bir olumsuzluk sebebi arama kıyısında büyümüştü. Her mutsuz neden gibi isim olarak kullanılmamıştı. Soruydu işte. Cevapsız olması yoksunluğuyla her zaman eksik, her zaman buruk olmuştu. İçinde büyüdüğü insanın kendisi gibi birçok nedenleri vardı. Ama kendisi biraz farklıydı. Gerçekten can acıtıyordu. Hiç olmasaydı sahibi çok mutlu olabilirdi. Sahibi yine kalenderdi. Yalnızlığın ve yoksunluğun ne demek olduğunu gerçekten iyi bildiği için bu cevapsız nedeni bile sevebiliyordu. Kimse yalnız olmamalıydı. Hak etmeyen kimsenin canı acımamalıydı.
Sevmek ise
uzun zamandır yüzüne bakılmamış eski bir dosttu. Belki de bir daha
görülmeyeceği düşünülen ama ilginç bir yerde ilginç bir şekilde karşısına
çıkmıştı sevgiyi unutanın. Kalbin atışı hızlandığında şaşırmıştı unutkan.
Sevginin yanında sevmeyi hatırladığı için de çok mutlu olmuştu. Ümitliydi.
Gençti daha. Aralıktan sızan ışık içini ısıtıyordu. Ama kapı o anda kapandı.
Yine karanlık. Evet sevmek buydu. Kapının açılacağı umudunun içindeydi aslında.
Kapının arkasında hiç olmamıştı ki. Karşılığı olmasa da oradaydı.
Suçluluk duygusu
yaptırım gücü olan bir kraldı. Pişmanlık ve acımayla çevrili geniş toprakları
vardı. Halkını bu duyguları kullanarak çeşitli şeyler yapmaya zorlardı.
Karşılıksız aşklarda sevmeyenlerin yolu bu topraklara sık düşerdi. Kendilerini
rahatlatmak için bu kraldan yardım isterlerdi. Kral içten içe bilirdi
çabalarının anlamsız olduğunu. Ama kral kendisini yaratan iyi niyetsel
pişmanlıktan dolayı bu dilekleri dinler ve mümkün olduğunca yerine getirirdi.
Krallığını dilenciler doldurmuştu artık. Aşk dilenen zavallılar; Nedenlerin
dostları, karanlıkta kalan sevgilerin yoldaşları...Sonra diafondan kaptanın sesi geldi. ''şşşş! Tayfa bilader! Misafirler geldi. Çayları yolla.'' O anda daldığım delikten çıkıp silkelendim. ''Işşık hızında Vulkan kanı mübarek!'' diye bağırarak çayları ışınladım. Kesmeşeker dedim sonra. Kesmeşeker'i unutmamak lazım. Zira hayatın tadı bazen acı olabiliyor. Canım biraz acı çekti herhalde. ''Kalbi kırıklar bankasında bekliyorum faizler insin diye.'' Zira kesmeşeker dediğimde geminin komputeri de bu şarkıyı çaldı... Hayat, Uzay Yolu'nda gemiyi ziyarete gelen hücre organellerine çay koymayı düşündürecek kadar acımasız ahbap....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder